2 Şubat 2010 Salı

Karşılıklılığın ölçüsü

Bir çok insan, sanırım incinmekten korktukları için kendilerine sunulan sevgiye gardını alarak yanıt veriyor. Bu da sevgisinin sunanın ne olduğu ve olacağı hakkında kafasının karışmasına, gayrı ihtiyari de olsa onun da gardını almasına sebep oluyor. Sonra durum, aldığı bu yeni hal ile bir devinime başlıyor. Ta ki taraflar kutuplar gibi birbirini itene değin devam ediyor.

Ve sonra, bazen, bir gün yine birisi bir diğerine sevgisini sunuyor. Baştaki devinimleri pek çok kez tecrübe etmiş olan bu ikisi verilen seviyi kabul edip kendi sevgilerini sunacak kadarda cesur olabiliyorlar. Diğerlerini incinme korkusu kalmamış onlarda. İncinen ve inciten olma deneyimlerini yeterince yaşatmış hayatları.

Sunulanı kabul edip, karşılığında kendininkini sunmak güzel bir devinim başlatabiliyor ise hayat karşılıklılığının ölçüsünde iyi ya da kötü mü oluyor? Bu kadar mı?...

14 Ağustos 2009 Cuma

Ağaç

Bir tarlanın ortasında tek başına durup, yanına gelene gölgesini ve serinliğini sunan ağaç olmak istiyorum.

Etrafındaki tüm o bereketin içinde kendi olarak kalabilmiş. Bu kendiliğinide görmesini bilene bir fayda olarak sunabilen. Ormanın dışında ama doğanın içinde olan.


13 Haziran 2009 Cumartesi

Neden? Niye? Niçün?

Hayatımı karartan soru öbekleri işte bunlar!
Sebep-sonuç ihtiyaçlı düşünce modeline olan tutkumuzun üç silahşörleri. Anlayabilmek için illa bir sebep olmalı ki bir sonuca varabilelim. Tümden gelemiyorsak, tüme varabilelim. Gelelim ya da gidelim olduğu gibi kabul etmeyelim yani. Bir hareket hali hiç durmadan.
Anlayınca ne değişiyorsa?...

Kategorize bilgi


Bir konudaki bilgi arttıkça kategorize etmesi ve dolayısıyla kontrol etmesi de güçleşiyor. Elindeki doneler az iken ne rahat. Net bir şekilde kategorize edebiliyorsun. Rahatça tanımlayabiliyorsun herşeyin anlamını. Konunun güçlüğü seni sınırlamıyor. Ya da konuyu güçleştiren ne kadar daalanıp budaklanacak kadar çok detayı bildiğin ile ilgili. ''2+2=4 mü?'' diye düşünülüyor mu 5 yaşındayken. Rakamlar bile en sade anlamlarındayken. Her 1=elma olarak kafamızda somutlanırken. Sonra sonra birileri gelip matematiğin soyutta birşey olduğu bilgisini tıkıştırdığında kafamıza herşey dağılıyor. Bütün rafları indirip yeniden dizmeye başlıyorsun. Tam sen dizerken yen yeni bilgiler gelmeye devam ediyor. Bir daha indir. Yeniden yerleştir. Eeee... bu şimdi bu rafa mı, şu rafa mı konmalı? Bunlar arttı, ne yapıcaz? Yeni raflar almak lazım galiba. Çıldırmamak işten bile değil.

Sözüm ona bilgi çağındayız, ama asırlar önce bir takım adamlar düşünür sıfatıyla herşeyi söylemişler zaten. En fazla revize edilebilmiş sonrasında. Temel bilgileri söküp atamıyorsun. Belki gerek varsa tamir edebiliyorsun.

Bildikçe var ediyorsun. Bilmediğin birşey için endişelenmiyorsun. Ancak bilmediğini bildiğin birşey varsa korkuyorsun. Hangi rafa kaldırman gereken bir bilginin yolda olduğunu düşündükçe hazırlıksız yakalanmaktan endişe ediyorsun.

Umarım tam da rafları yeniden yerleştirmek için indirmişken gelmez. Tamam ortalık çok dağılmış gibi görünüyor ama şu yeni rafları da ekledim mi herşey çok güzel yerleşecek, derli toplu olacak. Biri şunu bana uzatabilir mi?

6 Haziran 2009 Cumartesi

Rüyaların olmadığı uykular

Bir süredir yine uzun uzun rüyalar görüyorum. Genellikle uyandığımda bana kendimi tuhaf hissettiren rüyalar. Gün boyu etkisini dalga dalga göstermeye devam edebilen rüyalar. Yine de rüyasız uykuların o garip karanlığından, dipsiz boşluğundan daha iyi gibi geliyor bana onları görmek. Yaşamakta olduğumu fark ettiriyor bir nebzede olsa. Uyurken bile. Uyanıkken, uyuyan yaşamıma rağmen.

Kabusları bile o karanlık, rüyasız uykulardan daha az korkutucu buluyorum bu sebeple. Bazen başımın ağrımasını sevmem gibi birşey. ''Cogito ergo sum'' diyemiyor insan her zaman. Biraz daha dürtelenmek istiyor.

26 Mayıs 2009 Salı

Kadim dostlar

Elalem ''wish list'' yapar, ''to do list'' yapar ben ise yazılı olmayan bir ''end list'' peşindeyim. Yani end list mi denir ona artık ben uydurdum muhtemelen bu ismi, uydurduğum bir sürü isim gibi. Şu anlama geliyor kendisi: Daha önce deneyimlediğim ama bir ders çıkaramayıp ya da hatta çıkarmama rağmen yeniden tekrar ettiğim beni memsuz eden niteliklerimin sonlandırılması adına verilen kararlar. Pek kararlar verebilen veya verdiği kararlara pek de riayet edebilen bir insan olmadığımdan bunları yazılı bir hale getirmekte işime gelmiyor açıkçası.

Yine de bu yazılmamış listeye kafama göre ilaveler ve ötelemeler yaparken bunun acısını en çokda arkadaşlarım çekiyor. Dostluklarımda çok fazla kuralım yok neyseki. Mümkün olduğunca yargılamamaya çalışıyorum, ilişkiler bütünümüzün tamamen keyfi kararlar ile ilerlemesini tercih ediyorum. Onların da böyle hareket etmesinden hoşnutum ve bunu bana tanıyabilenlerde kadim dostlar mertebesinde koltuklarında oturabiliyorlar. Bu durum itibariyle başkalarının şımarıklık, kapris diye nitelediği şeyler biz birbirimize yapınca geçici sinir krizleri olarak pış pışlanıyor. ''Tamam hayatım, sorun değil kafana göre..'' gibi cümleler aramızda gidip gelirken arkasında başka anlamlar taşımıyor -umarım-.

İnsan ailesini seçemiyor ama arkadaşlarını tamamen kendi seçimleri ile oluşturuyor. Yani iş yerinden, okuldan, mahalleden tanış olmak değil kasdettiğim, anladınız işte, özel hayatının içine aldıklarından, dostlardan bahsediyorum. Bu şekilde doğuştan gelen aile gibi bir aile daha yaratıyoruz kendimize. Yedek ailemiz demek istemiyorum çünkü yapı aslında tamamen farklı. Kan bağı yok -varsada bu tesadüfi bir durum-, birbirleriyle uyumlu olmak zorunda değiller -olurlarsa ne ala-, kendi seçimlerimizin eserleri, bizim biz oluşumuzun ayrılmaz parçaları, yeri geldiğinde genetik ailemizle paylaşamadığımız veya paylaşmak istemediğimiz durumlarımızın refakatçileri.

Nereye varmak istiyorum? Genel olarak şükürler olsun ki hiç bir yere varmak istemiyorum. Hedef medef yalan. Öyle akışta takılıyorum. Bazen kulaç atıyorum, bazen boy vereyim diyorum sonra çırpınmaya başlıyorum, bazen de olduğum yerde kalabilmek için tutunmayı deniyorum. C'est la vie! Çok da sorgulamamalı belki. Fazla sorgulayınca Bipolar diyorlar insana. Gel gelelim kadim dost dediğimiz insanlar ise seni bir takım tıbbi sıfatlardan ayrı tutup değerlendirebilenler oluyor.

Evet, kadim dost kavramını bir çok kez farklı şekillerde tanımlamaya giriştiğimiz bu yazımızda halen eksikler, olası bir dolu daha tanımlamalar mevcut olmasına rağmen okuyucuyu, konuyu uzatıp sıkmamak adına burada noktalıyoruz.

Handikap: Bu blog'un adresini bilenlerin büyük kısmı kadim dostlar. Buyur burdan yak.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Elmanın kurtlu yarısı

Neyseki herkes aynı yoğunlukta etkilenmiyor dinlediklerinden. Yoksa müzik toplumsal bir tehdit olabilirdi. Hoş, reklamlarda bile markanın lokomotifi olabiliyor yeri geldiğinde melodiler. Yine de dediğim gibi herkes aynı yoğunlukta etkilenmiyor dinlediklerinden. Birçok insan müziği dinlemiyor sadece duyuyor çünkü. Birbirini dinlemeyip sadece duyduğu gibi.

İnsan duyduklarını unutur ama dinlediklerini bir yerlere kaydeder muhakkak. İletişim çağında bu kadar kopuk iletişimler içinde boğulmamızın sebeplerinin başında da bu geliyor bence. Dinlemiyoruz, duyup geçiyoruz. Sonra kavga çıkıyor. ''dün dedim ya sana'', ''hayır öyle bir şey demedin sen'', ''nasıl demedim? dedim ya hani...'' böyle bir kafadan log okuma girişimli diyaloglar. Sanki hiç diyaloğa girilmemiş en baştan beri. Bir sürü monolog uçuşmuş havada. Birbirimizi dinlerken bile aklımız kendi söyleyeceklerimizde olunca normal sanırım bu durum.

Peki müzik dinlerken nasıl bunu başarıyoruz(-lar). Bunu hiç aklım almıyor. Dinlediklerini kaydedersin bir yerlere. Bir ruh haline, bir mekana, bir insana, bir döneme, bir fikre, yani mutlaka birşeylere ilişkilendirirsin. İster istemez kategorize edersin dinlediklerini. Kafandaki ve kalbindeki arşiv bu şekilde oluşur. İlişkilendirerek. Sonra için sıkıldığında veya keyfin yerindeyken kendine playlistler yapmaya başlıyorsun. Bir savunma mekanizması olarak için sıkıldığında sana eski enerjini verecek melodileri dinleyerek güzel anılarını geri çağırıyosun. Ya da tutup en bunalım şeyleri dinleyip kendine işkence ediyorsun. Bunu sanırım suçluluk duyarken yapıyor insan. Neşeli birşeyler dinleyemiyor kafası ne kadar bozuk olsa da. Ben mesela, iş yerinde birşeyler sinirimi bozduğunda energizer müziklere gömerim hemencik kendimi. Bana mısın demem dışarıdaki vızıltılara. Ama içim kendimden sebep daraldığında işte o zaman suçlulukda birleşiyor durumla ve elim sürekli damar parçalara gidiyor. ''Hadi kızım aç şurdan neşeli birşeylerde değiştir modunu'' diyorum kendime ama nafile. Ekliyorum playlist'e sonra bir bakıyorum next'e basmışım. Mazoşist bir hal evet farkındayım. Sonra ister istemez melodilere yeni yeni etiketler ilave edilip duruyor. Yeniden kategorize oluyor ve yeniden. Elmanın kurtlu yarısını da yemeye çalışmak gibi birşey bu.

Aynı şeyi başkalarıyla konuşmalarına da yapıyorsun çünkü. Birşeye sinirleniyorsun ve dinlediklerinden hep negatif olanları hatırlamaya başlıyorsun. Log bankası açılıyor. Aşık oluyorsun ve sürekli söylenen güzel şeyleri, o nefis lafları hatırlıyorsun. Kendini gazlıyorsun habire. İyi ya da kötü bir gaz durumu var yani.

Elmadaki kurdunda canı var. Onu yemediğin sürece koçana kadar gitmekte bir sorun yok sanırım.